12 Ekim 2011 Çarşamba

Şizofren Aşka Mektup


"Seni yollarca, şehirlerce uzağından sevdim. Seni, kelimelerce, şiirlerce yakınından sevdim. Seni dünya üzerinde sanki ilk kez benim için kalemi eline alıp yazdığın mektuplarca sevdim. Seni umutsuzca, beklentisizce , hayallerce sevdim, uzağından. Hayatımı, öyle olduğu gibi bıraktım. Şehrine geldim ama kalbine giremeden sevdim. Neydik biz, o yıllarda, hiç düşündün mü? Neydik birbirimiz için sevgili?"


Cezmi Ersöz - Şizofren Aşka Mektup



Cezmi Ersöz ismini uzun zamandır duyuyordum. Geçenlerde internette ismini tekrar gördüm ve bu defa almaya karar verdim. Kitaplarının arasından, ilgimi çeken başlıklı olanını satın aldım.

Şizofren Aşka Mektup diğer okuduğumuz romanlara göre farklı bir üslupla yazılmış bir kitap. Tam anlamıyla şizofren bir kişinin anlatımı olarak tabir edemeyeceğimiz, değişik bir anlatım kullanılmış.

Deneme tarzında yazılan "Şizofren Aşka Mektup"u sıkılmadan okuyabilirsiniz. Çünkü her paragraf kendi içinde farklı konu anlatıyor.

11 Ekim 2011 Salı

"Bakmadan göremezsin, görmeden bilemezsin..."

12. İstanbul Bienali 2011 “İsimsiz”

Koç’un katkılarıyla 12.si düzenlenen İstanbul Bienali her zaman olduğu gibi bu sene de, renkli, düşündüren ve farklı eserlerle sanatseverlerin karşısına çıktı.

İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin yanındaki antrepolarda sergilenen eserlere ilgi büyüktü. Tophane’de bulunan tarihi antrepoda, modern eserlerin sergilenmesi ortama başka bir farklılık ve gizem kattı.

Geziye Antrepo 3’den büyük bir heyecanla başladım. Daha önce görmediğim eserleri görmek ve farklı bakış açılarından oluşturulmuş tasarımları incelemek, bana keyif veriyordu. Aslında basit olarak düşündüğümüz, ancak iş tasarlamaya gelince pek de kolay olmayan birçok tasarım gördüm. Hani “Bunu yapmakta ne var canım?” diye birçok kişi düşünüyor. Ama bence önemli olan, bu düşüncelerin faaliyete geçirilmesi, ortaya konulması ve cesaretle sergilenmesidir. Belki de sanatı sanat yapan en önemli özelliklerden biri budur.

Bu sergi çeşitli bölümlere ayrılmıştı. Ve böylece eserler kolaylıkla birbirlerinden ayrılabiliyordu. Gruplar içlerinde İsimsiz" (Ross), İsimsiz (Tarih), İsimsiz (Soyutlama) İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) olarak ayrılıyordu. İşte bu ayrımlar çelik duvarlarla oluşturulmuştu. Her eserin başındaki ışık, çalışmaları daha iyi kavramamıza ve görmemize yardımcı oldu.

Ben 12. İstanbul Bienali’nde daha çok siyasi konuların sanatla yorumlandığını fark ettim. Özellikle Lübnan, İran, Filistin ve Suriye ülkeleriyle ilgili konular oldukça fazla işlenmişti. Dikkatimi çeken eserlerin bazılarını aşağıda okuyabilirsiniz.

• Sergiye “Pusula” isimli heykeli inceleyerek başladık. Dengede duran küçük şekiller ve cisimler İran’ın petrol yataklarını betimliyordu. Burada ilginç bir olay ilgimi çekti. Heykeli inceleyen misafirler, havada duran cisimlere üflüyorlardı. Bununla ilgili bir talimat olmasa da, galiba insanların cisimlerin hareket ederken ki halini merak ettiler.

• Diğer bir bölümde yine İran’a özgü halı dokumasıyla ilgili çalışmalar yer alıyordu. Çeşitli renklerin bir araya getirilmesi ve gerilen iplerin ışıkla beraber oluşturduğu görüntü izlemeye değerdi.



• Çelik duvarlarla oluşturulmuş bir başka bölümde, kırmızı elmalar ve dolapla oluşturulmuş eser var. İnce uzun aralıklarla yapılmış dolaba yansıyan ışık ve elmaların görüntüsü hoş bir manzara ortaya çıkarıyor. Ayrıca sanatçı isteyenlere elmaları yeme imkanı sağlıyor. Ama sergi alanı dışında!


Lygia Clark adlı sanatçı, tasarladığı cisimle, sanatseverleri eserinin içine katıyor. Masadaki diğer bir objeyle, misafirlerin kendi istediği gibi oynamasına olanak sağlıyor.



Theo Craveiro isimli sanatçının çalıştığı ‘Karınca Yuvası’ isimli eserde karıncalar oluşturulan alanda yaşatılıyor. Camdan yapılan düzenekte karıncalar kısa yoldan yiyeceklere ulaşıyorlar. Düzlemin içerisinde yaprak, gül ve su var. Ayrıca canlılar için hava akışını sağlayan cihazda bulunuyor.



İncecik hasırların örülmesiyle oluşturulan bu tablonun üzerinde çeşitli nesne ve kavramlara ait semboller çizilmiş. Görsele hafif yaklaştığımda bana piksellenmiş görüntü havası verdi.



Şeffaf ve mat, hafif renkli bantlarla yapılmış bu eserin üzerine mesaj içeren yazılar yazılmış. Sanatçının diğer bir çalışmasında ise, ünlü kişilerle ilgili fotoğraflar ve cümleler işlenmiş.


• Eski plakların olduğu bölümde farklı yıllarda hazırlanmış, her konudan plak kapakları toplanmış. İçerisinde Atatürk’le ilgili bilgilerin olduğu plak kapağı da bulunuyor.



• Sanatçı Hank Willis Thomas’ın “Ben İnsanım; Varım. Amin” isimli eserinde varoluşunu sorgulayan kişinin sorduğu sorular, fontlarla ifade ediliyor. Bana en ilginç gelen iki tablo aşağıdakilerdi.



“Su” adlı eserde Kutluğ Ataman isimli sanatçının aynı yerde, farklı zamanlarda çekilmiş deniz görüntüsü video çalışmasıyla anlatılıyor. Görüntüler farklı zamanlarda çekildiği için, denizde akıntı ve ışık farklılığı gösteriliyor. Deniz üzerindeki ışık yansımaları ve akıntı iki farklı video ile karşılaştırılıyor. Benim gibi deniz sevenlerin, bu video çalışmasını beğeneceğini düşünüyorum.




• Beni en çok etkileyen eser ise, saat çalışması oldu. Belki de içlerinde en basitiydi. Ama sergide bana en çok mesaj veren çalışma bu oldu. Nicolas Bacal adlı sanatçının “Senden sonra uzam- zamanın geometrisi” isimli çalışması, eserin ismini güçlü derecede destekliyor. Saatte görüldüğü gibi akrep ve yelkovan yok, sadece saniye ilerliyor. Yani sanki zaman kavramı yok olmuş, sadece vakit geçiyor izlenimi veriyor.



Bienal ile ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz; www.koc.com.tr/bienal'i ziyaret edebilirsiniz.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Bozcaada cennet galiba...

Bayram tatilinde Bozcaada'daydım...

Uzun zamandır gitmek istediğim, çevremde övgüyle konuşulan yerlerden biriydi Bozcaada...
Gerçekten dedikleri kadar varmış. Küçük şirin evleri, dar renkli sokaklarıyla, Bozcaada aklımıza unutulmaz yer olarak çoktan girdi bile...






Tatil heyecanıyla her zamanki gibi gece yarısı erkenden yola çıktık. Çanakkale Merkez'i geçip sabah erken saatlerde Geyikli'ye varmıştık. Bayram dolayısıyla yoğunluk yaşanmaması için GESTAŞ önlemini almıştı. Günün ilk seferiyle adaya ulaştık.

Havaların güzel olmasına aldanarak, üstümüze giyecek kalın bir şeyler almamıştık. Ancak, Bozcaada gerçekten çok soğuktu. Öğlen güneşin çıkmasıyla yavaş yavaş ısınmaya başladık.



Tatilin ikinci bölümünde çalışacağım için, kalacağımız gün sayısı kısıtlıydı. Bayram olması dolayısıyla adada çok fazla yoğunluk vardı. İnternetteki yoğun çalışmalarım sonucunda kalacak bir yer bulmuştum :) Tenedos Tatil Odaları... Merkeze 2 km uzaklıkta, 5 odalı, orta standartlarda, bağ evleri... Pansiyonu işletenler İstanbullu Bozcaada aşığı bir aile. Bağ evinde kaldığımız süre boyunca bizi çok güzel ağırladılar. Hazırladıkları taze ve organik yiyeceklerle güzel kahvaltılar yaptık.


Pansiyonumuzun karşısında domates, biber, karpuz, kavun ve üzüm tarlaları vardı. Hepsi o kadar güzel ki... İnsan köy yaşamına da bazen ihtiyaç duyuyor.


Odamıza yerleştikten sonra arabayla adayı keşfe çıktık. Bu süre içinde bol bol fotoğraf çektim. Adanın bakir kalmış yerleri bile çok güzel, manzara muhteşem... Her yerden doğallık akıyor. Yeni yapılan konutlar bile eskitme tarzında tasarlanmış. Bu nedenle Bozcaada'nın görüntüsünü bozmuyor.


Adanın tek pastanesi olan 'Çiçek Ekmek ve Pasta Fırını'nda kahvaltı yaptıktan sonra, bu defa da sokaklarda yürümeye başladık. Fotoğraflardan da anlaşılıyor ki yürüyüş boyunca fotoğraf makinemi elimden bırakmadım. Hoşuma giden her şeyi çektim.


Küçük pansiyon ve evleri, renkli kapı ve pencereleriyle Bozcaada çok şirindi. Neredeyse her kapının önünde kedi vardı.






Ve Bozcaada'nın meşhur tadına doyum olmaz şarapları. Hepsi muhteşem, doğal... Ada sokaklarında çokça şarap tadım mağazalarına denk gelmek mümkün.


Ada esnafı çok sıcakkanlı ve misafirperver. Bozcaada'ya bolca turist gelmesi en çok esnafı sevindirmesi gerekirken, tam tersi onlar bu durumdan şikayetçi. Çünkü ada gün geçtikçe kalabalıklaşıyor, doğallığı bozuluyor.



Bozcaada'da denize girebilecek çok koy var. Ayazma, Akvaryum (Mermer Burnu) ve Habbele koylarının yanında kimsenin olmadığı bakir kalmış küçük koylarda da denize girilebiliyor. Yatlarıyla burada dinlenen veya kumsalda çadır kuran çok kişi var.



Balıklar atılan ekmeğe üşüşmüşler. Yani adeta ekmek kavgası yaşanıyor :)






Gelelim yemeklere... Bozcaada'nın genellikle pahalı olduğu söylenir. Fakat merkezde her bütçeye uygun kafe ve restaurant görmek mümkün. Yani kimse aç kalmaz. Yalnızca süs eşyaları, diğer tatil merkezlerine göre biraz daha fiyatlı geldi bana. Ya da incik boncuk takı falan... Bozcaada şaraplarını ise gayet uygun fiyata alabiliyorsunuz. Üstelik şarapları tatma sınırı olmadan! :)



Aşağıdaki dükkana girmeye cesaret edemedim. Çünkü çıkmam dakikaları alabilirdi. İçeride el işi birçok süs eşyası vardı. Hepsi birbirinden güzel...



Adaya gelipte balık yememek olmaz. Gözümüze kiremit rengindeki sandalyeleri ile kurutulmuş ıstakoz, deniz yıldızı, midye kabuğu ve balıkçı ağlı dekorlarıyla süslü Limon Restaurantı kestirdik. Bozcaada şarabıyla ve Bozcaada salatasıyla beraber çok sevdiğimiz adada güzel bir balık yedik. Misafirperverlikleri ve temiz görüntüsüyle restaurantımıza buradan teşekkürü borç bilirim :)

Bozcaada'nın damla sakızı pek meşhur galiba. Birçok yemekte kullanılıyor. Damla sakızlı kurabiyeleri pastanelerde çok satılıyor örneğin. Adadan dönenlerin elinde paket paket görmek mümkün. Bir de kahvesi çok ünlü... Her kafede damla sakızlı kahve bulabiliyorsunuz. İlginç olan kahvenin yanında acıbadem likörü, çikolata ve çikolatalı sigara vermeleri... Bazı kafeler nane likörü de verebiliyor. Ben acıbadem likörünü beğenmediğim için, bir dahaki sefere naneli içmeyi deneyebilirim. Ramazanda içki içmeyenler için ise osmanlı şerbeti düşünülmüş.



İstemeye istemeye dönüş için feribotumuza binerken arkamızda işte bu muhteşem görüntüyü bırakmıştık. 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla her yerde olduğu gibi Kale'de de Atatürk resmi ve bayrak vardı.


Dönüşte Çanakkale'de yaşayan halamlara uğradık, bayramlaştık. Halam her zamanki gibi bize çok güzel yemekler hazırlamıştı. Kısa molamızın ardından, yolumuza devam ettik.





Kısacası şarap, üzüm, rengarenk eşyalar, küçücük evler, dar sokaklar, balık, tertemiz bir hava, sessiz bir alan ve pırıl pırıl denizden çok hoşlanırım derseniz, Bozcaada'ya mutlaka uğrayın derim. Mesela ben bundan sonra her fırsatta, oraya kaçmayı düşünüyorum :)

(Bu arada artık fotoğraflarımın altına ismimi yazmaya karar verdim, çünkü izinsiz kullananlar olabiliyor. Yoksa hala mütevaziyim :) )