8 Ekim 2012 Pazartesi

Sanatın tüm dalları aynı sergide!

“GÜZİKİBİNONİKİ” Sergisi sanatın farklı dallarını bir araya getirerek, izleyenlere görsel şölen sunacak.

Aralarında 50. sanat yılını kutlayan Marmara Üniversitesi Fotoğraf Bölümü kurucularından Prof. Dr. Güler Ertan’ın da bulunduğu, birçok öğretim üyesi ortak bir sergide buluşacak. 9 Ekim’de Arel Üniversitesi Tepekent kampüsünde açılacak sergide Ulusal ve Uluslararası  düzeyde başarılara imza atmış öğretim üyelerinin farklı ve iz bırakan çalışmaları izleyenlere sunulacak.
Üniversite Dekanı Prof. Dr. Hamdi Ünal’ın önderliğinde organize edilen sergide, geleneksel ve çağdaş motifler halı, grafik, fotoğraf, resim ve tekstil sanatlarında karşımıza çıkacak.
Sergide ziyaretçiler daha önce görmedikleri birçok farklı teknikle de karşılaşacaklar. Fotoğraf sanatçısı Güler Ertan’ın, Afrika’da çektiği 1000 adet mask fotoğrafını özel bir teknikle bir araya getirmesi herkesi şaşırtacak. Sergideki mumlu batik çalışmalar, özgün tarzda dokunan halılar ve tekstil alanındaki üç boyutlu eserler ise sanatseverlerin dikkatini çekecek. Sergi Kasım ayı sonuna kadar ziyaret edilebilir.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Aşıkları evlendirdik!..

Bu sene düğüne doydum resmen. Uzaktan yakından birçok kuzenim, arkadaşım evlendi. Kına geceleriyle beraber bol bol düğün daveti vardı bizim için.

Ama bizim asıl beklediğimiz sevgili Fulya'm ve artık onun müstakbel eşi olan Polat'ın düğünüydü.

Fulya'cığımıza önce çok güzel bir kına gecesi yaptık. Davulla klarnetle iyice eğlendik, trakya havalarıyla kurtlarımızı döktük. Kardeşimden ayırmadığım ve çok sevdiğim kuzenim, giydiği geleneksel kıyafetiyle hem çok şık hem de çok güzel olmuştu. Kınasını yaktık ve bağıra bağıra söylediğimiz şarkılarla ağlatmayı başardık.




Ve 2 gün sonra düğün günü gelmişti...
Erkek tarafı Fulya'yı kalabalık bir konvoy ve çalgıcılar eşliğinde almaya geldi.

Yine bir oyun faslı da kapının önünde oldu...



Düğünleri ise deniz kenarında, yemyeşil çimenlerin üstünde çok hoş bir ortamda gerçekleşti. Pembe tüllerle süslenen beyaz sandalyeler, çimenlerin üstünde çok tatlı gözüküyordu. Ve gelinle damadımız da tabiki...


Düğün güzel yiyecek - içecek ve müzik eşliğinde hemen geçiverdi. Bir ara gelin çiçeğini atmak üzere hepimizi arkasına topladı. Çiçek önüme düşmüş olmasına rağmen almayışım da aile içinde tepkilere neden oldu :) Hem ayakkabının altından ismim de silinmedi zaten :) (gidesim yok demek)



Doyasıya eğlendik, düğün hangi ara bitti hiçbirimiz fark etmedik. Öyle ki gece sona erdikten sonra davetlilerin dağılması 1-1,5 saati buldu.

Buradan tekrar çok sevgili kuzenim Fulya ve Polat'a mutlulıklar diliyorummm.
Darısı tüm evlenmek isteyenlerin başına...

17 Mayıs 2012 Perşembe

Değerli büyüklerimle hoş bir yemek...

Geçtiğimiz günlerde hayatım boyunca unutamayacağım bir gece yaşadım.
Mesleğimin değerli ustalarıyla, çok güzel bir akşam yemeğinde buluştuk...


Usta gazeteci Uğur Dündar, Hürriyet Gazetesi'nin başarılı yazarı Yılmaz Özdil, araştırmacı - gazeteci Nedim Şener ve Arena Koordinatörü Mine Özbek... Ayrıca eski Star TV Haber Merkezi çalışanlarından bazı isimlerle yemekte bir araya geldik.

Sıcak dost muhabbetinin ve kahkahaların eksik olmadığı gecede bir kutlamamız da vardı. Uğur Dündar'ın yeni çıkan kitabı 'İyi Uykular Sayın Seyirciler' için özel hazırlanan pastayı kestik, hayırlı olması dilekleri ile Uğur Bey'i tebrik ettik. Ve büyük bir sabırsızlıkla okuyacağımız kitabımızı imzalattık...


Değerli büyüklerimle orada olmak benim için büyük bir onur ve mutluluktu. Tabi davet edilmiş olmakta öyle...

Hiç bitmesini istemediğim gece, her güzel geçen şey gibi hızlıca geçip gitti. Geriye anlatacağımız güzel anılar ve güzel fotoğraflar kaldı...



En yakın zamanda yine dostlarımla görüşmek dileği ile...

23 Şubat 2012 Perşembe

Çerçeve yok içindesin!



"Bence insanları sevmekten daha sanatsal bir şey yok"

"Aşk ölümsüzdür, sureti değişebilir ama özü değişmez"

"Sevgisiz yaşamayacağım"

"Her şeye rağmen yeniden ayağa kalkacağım; cesaretsizliğimden dolayı bıraktığım kalemimi alacağım ve çizmeye devam edeceğim."

"Yıldızları ve göklerdeki sonsuzluğu fark edin. O zaman hayat neredeyse büyülü görünüyor."

Bu sözler bir şaire değil, melankolik ruhlu bir ressama ait. Devamlı mutsuz, huzursuz, ve yalnız olduğunu düşünen bir insan... Hüznü hayatından çıkarmayan kararsız ve karamsar adam Van Gogh...



Gençliğinde bir sanat simsarlığı firmasında çalışan Hollandalı ressam, kısa süren öğretmenlik deneyiminden sonra misyoner olmuş. Kuzenine duyduğu umutsuz ve saplantılı aşkının onu bu ruh haline sürüklediği tahmin ediliyor. 1880 yılından sonra resim yapmaya başlayan Vincent Van Gogh, çalışmalarında önce karanlık tonları kullanırken, zamanla renkli çalışmalara yönelmiş.



En ünlü eserlerini ömrünün son yıllarında yapan sanatçı, yaklaşık 900 suluboya-yağlıboya ve 1100 karakalem resim çalışması yapmış.

Hayatını ruhsal krizler içinde geçiren sanatçının bunalımlı hali, başına birçok iş açmış. Hatta bir defasında ev arkadaşıyla tartıştıktan sonra kulağını kesmesi, akıl hastanesine yatmasına bile sebep olmuş.

Tüm bu olumsuz olaylara rağmen Van Gogh'un adı dahiler arasında anılmaktan da geri kalmamış. Başarılı ressam 1890 yılında maalesef intihar ederek, hayatına son vermiş.

İşte böyle gizemli bir kişiliğe sahip olan Van Gogh'un digital sergisini görmeden olmazdı.

Karaköy Antrepo 3'te ilaç firması Abdi İbrahim sponsorluğunda düzenlenen sergiye ilgi büyüktü. Her yaştan sanatsever soğuk havaya aldırış etmeden, biletini almak için sırasını bekledi.



Kapıdan içeri girdikten sonra, sergi alanına giderken ince-uzun, dönemeçli, karanlık bir yoldan geçtik ve yavaşça Van Gogh'un dünyasına girdik. Karanlık bir ortamda sadece sanatçının duvara yansıtılmış büyük boylardaki resimleri ve içinize işleyen dokunaklı müzikler vardı.

Salona girer girmez Van Gogh'un büyülü dünyasına adım attığımızı hissettik. Hepsi birbirinden güzel olan resimlerden önce hangisini inceleyeceğimizi şaşırdık. Başımızı ne tarafa çevirsek ayrı birer ruh hali ve yaşam anlatıldığı resimleri gördük. Ziyaretçilerden bazıları bu anı doya doya yaşamak istercesine yerlere oturmuş, bir yandan resimleri inceleyip fonda çalan hafif müziği dinliyor, diğer yandan da sanatçının sözlerini okuyordu...



Biz de öyle yaptık. Yere oturup doya doya Van Gogh'un melankolik resimlerini inceledik, beğendiğimiz sözleri not aldık. Projektörlerle antreponun duvarlarına yansıtılan dev resimlerin önünde bol bol fotoğraf çektik. Üzerimize yansıyan ışıklarla adeta Van Gogh resimlerinin içine girdik, onlarla bütünleştik!



Van Gogh Alive sergisi diğer resim sergilerinin aksine farklı bir deneyim sunuyor. En ünlü
resimler, projektörlerle antreponun dev duvarlarına yansıtılıyor. Sanatçının natürmort, portre ve manzara yağlıboya çalışmalarının haricinde, çocukluk ve aile fotoğrafları da sergilenen görseller arasında...

Her zaman hüzünlü duygular içinde olan Van Gogh'un ilk çalışmalarında genellikle koyu ve karanlık renkler hakim. Zaman ilerledikçe melankolik halinden uzaklaşamasa da, tabloları gün geçtikçe renklenmiş. Sergide resimler gösterilirken adeta resimlerin ruh haline göre müzik seçimi yapılmış. Örneğin sanatçının 'Patates Yiyenler' adlı karanlık renklerin çoğunlukla hakim olduğu çalışması gösterildiğinde, daha yavaş bir müzik çalıyorken, 'Badem Çiçekleri' isimli tablosunda daha hareketli bir melodi dinliyorsunuz.



Sergiyi diğerlerinden farklı yapan diğer bir özellikte, Van Gogh'un defterine yazdığı yazı ve
notlarının duvarlara yansıtılması... Hayata dair sözlerini okuduktan sonra bu hüzünlü adamın gayet güzel bir şair veya yazar da olabileceğini düşünmeden edemedim.



Benim sergi içinde en beğendiğim resimlerden biri Van Gogh'un 1888 yılında 'Ren Nehri Üzerinde Yıldızlı Bir Gece' isimli tablosu. Yıldızlı bir gecede nehir kıyısında yürüyüş yapan bir çift ve şehrin ışıklarının denize yansıması...



Diğer beğendiğim resim ise sanatçının 1890 yılında yaptığı Almond Blossoms isimli çalışması. Her zaman melankolik resimler yapan Van Gogh bu tablosunda sanki umudu ve sevinci resmetmiş, baharı müjdelemiş...



Diğer sergilerden çok farklı olan bu sergi hem göze hem kulağa hem de sanatçının sözleriyle duygulara hitap ediyor. "Bir sergi değil ötesi" sloganıyla sanatseverleri içine çeken sergiye gitmenizi öneririm.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Şizofren Aşka Mektup


"Seni yollarca, şehirlerce uzağından sevdim. Seni, kelimelerce, şiirlerce yakınından sevdim. Seni dünya üzerinde sanki ilk kez benim için kalemi eline alıp yazdığın mektuplarca sevdim. Seni umutsuzca, beklentisizce , hayallerce sevdim, uzağından. Hayatımı, öyle olduğu gibi bıraktım. Şehrine geldim ama kalbine giremeden sevdim. Neydik biz, o yıllarda, hiç düşündün mü? Neydik birbirimiz için sevgili?"


Cezmi Ersöz - Şizofren Aşka Mektup



Cezmi Ersöz ismini uzun zamandır duyuyordum. Geçenlerde internette ismini tekrar gördüm ve bu defa almaya karar verdim. Kitaplarının arasından, ilgimi çeken başlıklı olanını satın aldım.

Şizofren Aşka Mektup diğer okuduğumuz romanlara göre farklı bir üslupla yazılmış bir kitap. Tam anlamıyla şizofren bir kişinin anlatımı olarak tabir edemeyeceğimiz, değişik bir anlatım kullanılmış.

Deneme tarzında yazılan "Şizofren Aşka Mektup"u sıkılmadan okuyabilirsiniz. Çünkü her paragraf kendi içinde farklı konu anlatıyor.

11 Ekim 2011 Salı

"Bakmadan göremezsin, görmeden bilemezsin..."

12. İstanbul Bienali 2011 “İsimsiz”

Koç’un katkılarıyla 12.si düzenlenen İstanbul Bienali her zaman olduğu gibi bu sene de, renkli, düşündüren ve farklı eserlerle sanatseverlerin karşısına çıktı.

İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin yanındaki antrepolarda sergilenen eserlere ilgi büyüktü. Tophane’de bulunan tarihi antrepoda, modern eserlerin sergilenmesi ortama başka bir farklılık ve gizem kattı.

Geziye Antrepo 3’den büyük bir heyecanla başladım. Daha önce görmediğim eserleri görmek ve farklı bakış açılarından oluşturulmuş tasarımları incelemek, bana keyif veriyordu. Aslında basit olarak düşündüğümüz, ancak iş tasarlamaya gelince pek de kolay olmayan birçok tasarım gördüm. Hani “Bunu yapmakta ne var canım?” diye birçok kişi düşünüyor. Ama bence önemli olan, bu düşüncelerin faaliyete geçirilmesi, ortaya konulması ve cesaretle sergilenmesidir. Belki de sanatı sanat yapan en önemli özelliklerden biri budur.

Bu sergi çeşitli bölümlere ayrılmıştı. Ve böylece eserler kolaylıkla birbirlerinden ayrılabiliyordu. Gruplar içlerinde İsimsiz" (Ross), İsimsiz (Tarih), İsimsiz (Soyutlama) İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) olarak ayrılıyordu. İşte bu ayrımlar çelik duvarlarla oluşturulmuştu. Her eserin başındaki ışık, çalışmaları daha iyi kavramamıza ve görmemize yardımcı oldu.

Ben 12. İstanbul Bienali’nde daha çok siyasi konuların sanatla yorumlandığını fark ettim. Özellikle Lübnan, İran, Filistin ve Suriye ülkeleriyle ilgili konular oldukça fazla işlenmişti. Dikkatimi çeken eserlerin bazılarını aşağıda okuyabilirsiniz.

• Sergiye “Pusula” isimli heykeli inceleyerek başladık. Dengede duran küçük şekiller ve cisimler İran’ın petrol yataklarını betimliyordu. Burada ilginç bir olay ilgimi çekti. Heykeli inceleyen misafirler, havada duran cisimlere üflüyorlardı. Bununla ilgili bir talimat olmasa da, galiba insanların cisimlerin hareket ederken ki halini merak ettiler.

• Diğer bir bölümde yine İran’a özgü halı dokumasıyla ilgili çalışmalar yer alıyordu. Çeşitli renklerin bir araya getirilmesi ve gerilen iplerin ışıkla beraber oluşturduğu görüntü izlemeye değerdi.



• Çelik duvarlarla oluşturulmuş bir başka bölümde, kırmızı elmalar ve dolapla oluşturulmuş eser var. İnce uzun aralıklarla yapılmış dolaba yansıyan ışık ve elmaların görüntüsü hoş bir manzara ortaya çıkarıyor. Ayrıca sanatçı isteyenlere elmaları yeme imkanı sağlıyor. Ama sergi alanı dışında!


Lygia Clark adlı sanatçı, tasarladığı cisimle, sanatseverleri eserinin içine katıyor. Masadaki diğer bir objeyle, misafirlerin kendi istediği gibi oynamasına olanak sağlıyor.



Theo Craveiro isimli sanatçının çalıştığı ‘Karınca Yuvası’ isimli eserde karıncalar oluşturulan alanda yaşatılıyor. Camdan yapılan düzenekte karıncalar kısa yoldan yiyeceklere ulaşıyorlar. Düzlemin içerisinde yaprak, gül ve su var. Ayrıca canlılar için hava akışını sağlayan cihazda bulunuyor.



İncecik hasırların örülmesiyle oluşturulan bu tablonun üzerinde çeşitli nesne ve kavramlara ait semboller çizilmiş. Görsele hafif yaklaştığımda bana piksellenmiş görüntü havası verdi.



Şeffaf ve mat, hafif renkli bantlarla yapılmış bu eserin üzerine mesaj içeren yazılar yazılmış. Sanatçının diğer bir çalışmasında ise, ünlü kişilerle ilgili fotoğraflar ve cümleler işlenmiş.


• Eski plakların olduğu bölümde farklı yıllarda hazırlanmış, her konudan plak kapakları toplanmış. İçerisinde Atatürk’le ilgili bilgilerin olduğu plak kapağı da bulunuyor.



• Sanatçı Hank Willis Thomas’ın “Ben İnsanım; Varım. Amin” isimli eserinde varoluşunu sorgulayan kişinin sorduğu sorular, fontlarla ifade ediliyor. Bana en ilginç gelen iki tablo aşağıdakilerdi.



“Su” adlı eserde Kutluğ Ataman isimli sanatçının aynı yerde, farklı zamanlarda çekilmiş deniz görüntüsü video çalışmasıyla anlatılıyor. Görüntüler farklı zamanlarda çekildiği için, denizde akıntı ve ışık farklılığı gösteriliyor. Deniz üzerindeki ışık yansımaları ve akıntı iki farklı video ile karşılaştırılıyor. Benim gibi deniz sevenlerin, bu video çalışmasını beğeneceğini düşünüyorum.




• Beni en çok etkileyen eser ise, saat çalışması oldu. Belki de içlerinde en basitiydi. Ama sergide bana en çok mesaj veren çalışma bu oldu. Nicolas Bacal adlı sanatçının “Senden sonra uzam- zamanın geometrisi” isimli çalışması, eserin ismini güçlü derecede destekliyor. Saatte görüldüğü gibi akrep ve yelkovan yok, sadece saniye ilerliyor. Yani sanki zaman kavramı yok olmuş, sadece vakit geçiyor izlenimi veriyor.



Bienal ile ilgili daha fazla bilgi almak isterseniz; www.koc.com.tr/bienal'i ziyaret edebilirsiniz.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Bozcaada cennet galiba...

Bayram tatilinde Bozcaada'daydım...

Uzun zamandır gitmek istediğim, çevremde övgüyle konuşulan yerlerden biriydi Bozcaada...
Gerçekten dedikleri kadar varmış. Küçük şirin evleri, dar renkli sokaklarıyla, Bozcaada aklımıza unutulmaz yer olarak çoktan girdi bile...






Tatil heyecanıyla her zamanki gibi gece yarısı erkenden yola çıktık. Çanakkale Merkez'i geçip sabah erken saatlerde Geyikli'ye varmıştık. Bayram dolayısıyla yoğunluk yaşanmaması için GESTAŞ önlemini almıştı. Günün ilk seferiyle adaya ulaştık.

Havaların güzel olmasına aldanarak, üstümüze giyecek kalın bir şeyler almamıştık. Ancak, Bozcaada gerçekten çok soğuktu. Öğlen güneşin çıkmasıyla yavaş yavaş ısınmaya başladık.



Tatilin ikinci bölümünde çalışacağım için, kalacağımız gün sayısı kısıtlıydı. Bayram olması dolayısıyla adada çok fazla yoğunluk vardı. İnternetteki yoğun çalışmalarım sonucunda kalacak bir yer bulmuştum :) Tenedos Tatil Odaları... Merkeze 2 km uzaklıkta, 5 odalı, orta standartlarda, bağ evleri... Pansiyonu işletenler İstanbullu Bozcaada aşığı bir aile. Bağ evinde kaldığımız süre boyunca bizi çok güzel ağırladılar. Hazırladıkları taze ve organik yiyeceklerle güzel kahvaltılar yaptık.


Pansiyonumuzun karşısında domates, biber, karpuz, kavun ve üzüm tarlaları vardı. Hepsi o kadar güzel ki... İnsan köy yaşamına da bazen ihtiyaç duyuyor.


Odamıza yerleştikten sonra arabayla adayı keşfe çıktık. Bu süre içinde bol bol fotoğraf çektim. Adanın bakir kalmış yerleri bile çok güzel, manzara muhteşem... Her yerden doğallık akıyor. Yeni yapılan konutlar bile eskitme tarzında tasarlanmış. Bu nedenle Bozcaada'nın görüntüsünü bozmuyor.


Adanın tek pastanesi olan 'Çiçek Ekmek ve Pasta Fırını'nda kahvaltı yaptıktan sonra, bu defa da sokaklarda yürümeye başladık. Fotoğraflardan da anlaşılıyor ki yürüyüş boyunca fotoğraf makinemi elimden bırakmadım. Hoşuma giden her şeyi çektim.


Küçük pansiyon ve evleri, renkli kapı ve pencereleriyle Bozcaada çok şirindi. Neredeyse her kapının önünde kedi vardı.






Ve Bozcaada'nın meşhur tadına doyum olmaz şarapları. Hepsi muhteşem, doğal... Ada sokaklarında çokça şarap tadım mağazalarına denk gelmek mümkün.


Ada esnafı çok sıcakkanlı ve misafirperver. Bozcaada'ya bolca turist gelmesi en çok esnafı sevindirmesi gerekirken, tam tersi onlar bu durumdan şikayetçi. Çünkü ada gün geçtikçe kalabalıklaşıyor, doğallığı bozuluyor.



Bozcaada'da denize girebilecek çok koy var. Ayazma, Akvaryum (Mermer Burnu) ve Habbele koylarının yanında kimsenin olmadığı bakir kalmış küçük koylarda da denize girilebiliyor. Yatlarıyla burada dinlenen veya kumsalda çadır kuran çok kişi var.



Balıklar atılan ekmeğe üşüşmüşler. Yani adeta ekmek kavgası yaşanıyor :)






Gelelim yemeklere... Bozcaada'nın genellikle pahalı olduğu söylenir. Fakat merkezde her bütçeye uygun kafe ve restaurant görmek mümkün. Yani kimse aç kalmaz. Yalnızca süs eşyaları, diğer tatil merkezlerine göre biraz daha fiyatlı geldi bana. Ya da incik boncuk takı falan... Bozcaada şaraplarını ise gayet uygun fiyata alabiliyorsunuz. Üstelik şarapları tatma sınırı olmadan! :)



Aşağıdaki dükkana girmeye cesaret edemedim. Çünkü çıkmam dakikaları alabilirdi. İçeride el işi birçok süs eşyası vardı. Hepsi birbirinden güzel...



Adaya gelipte balık yememek olmaz. Gözümüze kiremit rengindeki sandalyeleri ile kurutulmuş ıstakoz, deniz yıldızı, midye kabuğu ve balıkçı ağlı dekorlarıyla süslü Limon Restaurantı kestirdik. Bozcaada şarabıyla ve Bozcaada salatasıyla beraber çok sevdiğimiz adada güzel bir balık yedik. Misafirperverlikleri ve temiz görüntüsüyle restaurantımıza buradan teşekkürü borç bilirim :)

Bozcaada'nın damla sakızı pek meşhur galiba. Birçok yemekte kullanılıyor. Damla sakızlı kurabiyeleri pastanelerde çok satılıyor örneğin. Adadan dönenlerin elinde paket paket görmek mümkün. Bir de kahvesi çok ünlü... Her kafede damla sakızlı kahve bulabiliyorsunuz. İlginç olan kahvenin yanında acıbadem likörü, çikolata ve çikolatalı sigara vermeleri... Bazı kafeler nane likörü de verebiliyor. Ben acıbadem likörünü beğenmediğim için, bir dahaki sefere naneli içmeyi deneyebilirim. Ramazanda içki içmeyenler için ise osmanlı şerbeti düşünülmüş.



İstemeye istemeye dönüş için feribotumuza binerken arkamızda işte bu muhteşem görüntüyü bırakmıştık. 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla her yerde olduğu gibi Kale'de de Atatürk resmi ve bayrak vardı.


Dönüşte Çanakkale'de yaşayan halamlara uğradık, bayramlaştık. Halam her zamanki gibi bize çok güzel yemekler hazırlamıştı. Kısa molamızın ardından, yolumuza devam ettik.





Kısacası şarap, üzüm, rengarenk eşyalar, küçücük evler, dar sokaklar, balık, tertemiz bir hava, sessiz bir alan ve pırıl pırıl denizden çok hoşlanırım derseniz, Bozcaada'ya mutlaka uğrayın derim. Mesela ben bundan sonra her fırsatta, oraya kaçmayı düşünüyorum :)

(Bu arada artık fotoğraflarımın altına ismimi yazmaya karar verdim, çünkü izinsiz kullananlar olabiliyor. Yoksa hala mütevaziyim :) )